Cumartesi, Mart 31, 2012

Türkiyede Patentler Üzerine

Türkiye'de bir süredir ülkede alınan patent sayısını arttırmak yönünde çalışmalar yürütülüyor. Özetle "Yaw yayın sayımız tavana vurdu, ama para kazanamıyoruz biz bu işten, bi eksiğimiz patent kaldı, onuda halledersek tamamdır" şeklindeki önermeden yola çıkan bu çalışmalar kapsamında Cuma günü izlediğim bir sunum " Bayh-Dole" yasasının bir benzerinin ülkemizde çıkartılacağı yönündeki hazırlıklardan bahsediyordu.

Temel yaklaşımdaki eksikler atıf sayılarından başlar, ulusal intihal alışkanlığımız ve doçentlik atama kriterlerine kadar uzun bir tartışma konusu olur.

Ancak bahsedilen yasa tasarısı özetle üniversitelerde yapılan tüm çalışmaların patent hakkının öncelikli olarak lüniversiteye ait olmasını buluşu yapan araştırmacının ise bundan pay almasını öngörüyor. Bu durum getirdiği artılar (daha çok patent, patent haklarının kurumsal ölçekte takibi ve satışı vb.) ve eksiler (araştırmacıların demotivasyonu, araştırmacıların kurduğu/ortak olduğu garaj şirketlerinin azalması vb.) daha bir süre tartışılır ancak konu ile ilgili önemli bir saptama var.

Türk Amerikan Bilim İnsanları ve Akademisyenleri Derneği (TASSA: www.tassausa.org) Başkanı Prof. Dr. Banu ONARAL diyor ki:

“Bildiğiniz gibi bilginin ve bilimin ekonomik değere dönüşmesi çok kapsamlı ve doğal olarak çok yönlü gelişmiş bir ‘ekosistem’ gerektiriyor. Fikri haklar ve yatırım sermayesi bu düzenin önemli öğeleri.
ABD’de Bayh-Dole Act geçtiğinden beri (1980′ler) kamu desteğiyle yapılan ArGe’den doğan buluşlara üniversitelerin sahip çıkması gerekiyor. Bu görev onların yükümlülüğü. Tüm kamu desteği alan üniversiteler gibi bizim okulumuz da ayni kurala tabi. Yani buluşçularımız üniversitede kurulmuş ‘teknoloji transfer’ ofisinin kanalıyla buluşlarını yola çıkarmak zorundalar.

Bilginin ticari ürüne dönüşmesi yolunda atılan bu adımın yararları kadar zararları da var. Girişimci ve stratejik üniversitelerde açılan bu tür merkezler (Stanford, MIT…) veya mezunların önderliğinde kurulan vakıflar (Wisconsin Univ’de WARF) başarılara imza atarken, bürokratik (yani riskten korkan) ve daha kötüsü hiyerarşik (emir-kumanda) yapılı devlet veya özel üniversiteler adeta buluş mezarlıkları haline geliyorlar. Ayrıca, girişimcilik ruhuyla ve işbilgisi ve deneyimi ile yaklaşılmayan fikri haklar portfolyosunun bakımı ve pazarlanması müthiş masraflı bir  hale geliyor. Üniversitelere yük oluyor… Ve kısır döngünün çarkları dönmeye başlıyor.
Kanımca, Türkiye’de fikri hakların korunması ve işlenmesi ‘İnovent’ veya ‘Embrio’ türü girişimci ve kar gayesi güden ve akademik buluşlara odaklanmış firmalar, yerel, yöresel veya ulusal kar gayesi gütmeyen vakıflar ve meslek, işinsanlari veya sektör kuruluşlarının oluşturduğu çok sesli ve çeşitliliği olan bir ‘ekosistem’ kavramıyla süratle yola koyulmalı.”

Daha fazla okuma için bu bağlantıyı takip edebilirsiniz.